18 Ekim 2013 Cuma

Avrupa Barış ve Demokrasi Meclisi (ABDEM)’in işlevselliği



Avrupa Barış ve Demokrasi Meclisi (ABDEM)’in işlevselliği
Necati ABAY
Eylül 2013

Avrupa Barış ve Demokrasi Meclisi (ABDEM), 1 Eylül dünya barış gününde seçilmiş kurucu üyelerin katılımıyla Almanya’nın Düsseldorf kentinde yaptığı ilk toplantıda önemli kararlar aldı.
Kararların alınmasında 29-30 Haziran tarihleri arasında Brüksel’de gerçekleştirilen Barış ve Demokrasi Konferansı kararları ve perspektifleri tayin edici rol oynadı.
Sonuç bildirgesinde, Avrupa barış ve demokrasi güçlerini Türkiye, Mezopotamya ve Kürdistan’da sürdürülen özgürlük, barış ve demokrasi mücadelesine sahip çıkmaya çağrıldı. Suriye’ye yönelik emperyalist müdahale ve saldırıya karşı barış ve demokrasi güçlerine seslerini yükseltmesini istedi.
Rojava’da (Batı Kürdistan) Kürt halkının gerçekleştirmiş olduğu devrimin, aynı zamanda Ortadoğu halklarının da devrimi olduğu saptamasını yaparak Rojava devrimini sahiplenmenin hayati önemine dikkat çekildi.
Özellikle belirtmek gerek ki, ABDEM işlevsel bir meclis olduğu ölçüde rol ve misyonunu yerine getirebilir.
Birincisi; çok açık ki, Avrupa Barış ve Demokrasi Meclisi (ABDEM)’in çağrılarının yaşam bulmasında asli unsur veya en önemli temel faktör, eylem ve etkinliklere öncelikle bileşeni olan kurum ve kuruluşların kitlesini harekete geçirebilme becerisi ve yeteneğini gösterebilmesidir.
Bu türden geniş bileşenlerin, parti, örgüt ve kurumların kitlesiyle olması gereken düzeyde ilişkilenemediği, örtüşemediği durumda patinaja saplanabilir ve dolayısıyla rolünü istenen düzeyde oynayamaz. ABDEM’in Türkiye’deki Halkların Demokratik Kongresi (HDK) deneyiminden dersler çıkarması bu bakımdan bir zorunluluktur.
İkincisi; ABDEM, sürmekte olan barış süreci, Kürt sorunu, Avrupa’da yaşayan göçmenlerin sorunu, en genelde özgürlük ve demokrasi mücadelesi alanına giren gündemlere müdahale etme konusunda politik reflekse sahip olduğu ölçüde, miting, yürüyüş, gece, kitlesel basın açıklamaları, imza kampanyası, standlar, çadırlar vb. araçları etkili bir tarzda devreye sokabildiği ölçüde işlevsellik kazanır.
Üçüncüsü; ABDEM, Barış ve Demokrasi Konferansı kararlarında da belirtildiği gibi, başkaca kurum ve kuruluşları bünyesine dahil etme konusunda sistematik bir çaba ve yönelim içerisinde olduğu ölçüde işlevsellik kazanır.
Dördüncüsü; ABDEM, Avrupalı ilerici parti ve örgütlerle, parlamenterlerle ilişkilerini güçlendirdiği, ortak yapılabilecek etkinlikleri birlikte yapma konusunda bilinçli ve iradi bir yönelim içerisinde olduğu ölçüde, Avrupa halklarının desteğini alabilir ve bu da işlevselliğini güçlendirici rol oynar.
Beşincisi; ABDEM’in oluşturduğu komisyonlar işlevli olduğu ölçüde rol ve misyonunu yerine getirme konusunda mesafe alır.
Altıncısı; ABDEM mesajlarını yazılı ve görsel medyanın yanı sıra sosyal medya üzerinden de duyurulmasına, açıklamalarını tüm Avrupa dillerinin yanı sıra Kürtçe ve Türkçe olarak çevrilip yerli ve göçmen halklarımıza ulaştırılmasına önem vermesi gerekiyor.
Yedincisi; güncel bir görev bakımından ABDEM’in savaşa karşı mücadelede de önemli bir rol oynayabilir. Bu ABDEM’in hem işlevsel olmasını sağlar hem de enternasyonal ilişkiler kurmasında önemli bir fırsat yaratır.
Avrupa Barış ve Demokrasi Meclisi, işin başında rol ve misyonuna uygun konumlandığı ölçüde işlevsellik kazanır, aksi halde bilinen bir dizi işlevsiz kurumdan farkı kalmaz!..

21 Temmuz 2013 Pazar

Sansürcü devletin sansürsüz yalanı


Sansürcü devletin sansürsüz yalanı

Necati Abay, Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu (TGDP)’nin sürgündeki temsilcisi
20 Temmuz 2013
Yine sansürcü devletin sansürsüz yalanlarıyla, palavralarıyla yüz yüze geleceğiz.
Sansürcülerin, hükümet ve devlet yetkililerinin, 24 Temmuz 1908 tarihinden hareketle, “Sansürün kaldırılışının 105. Yıl dönümünü kutluyoruz” , “Basın bayramınız kutlu olsun!” gibi peş peşe açıklamalarını tanık olacağız.
Bir kez daha belirtelim, Anadolu coğrafyasında sansür hep yürürlükte oldu.
Çünkü, sansür ile demokrasi arasında doğrudan bir bağ vardır. Demokrasi yoksa sansür vardır. Veya tersi de doğrudur. Demokrasi varsa, basın özgürlüğü de vardır ve sansürden söz edilemez.
Sansür, zaman zaman azalıp zaman zaman  çoğalsa da, biçimleri farklı olsa da geleneksel devlet politikası olarak hep uygulana geldi.
Sansürcü devlet, tüm şiddet araçlarıyla basın özgürlüğünün, düşünce ve ifade özgürlüğünün düşmanı oldu.
Kimi zaman düzen muhalifi gazetecilere, yazarlara yönelik hukuksal terör devreye sokuldu.
Kimi zaman, sokak infazlarıyla gazeteci ve yazarlar öldürüldü.
Kimi zaman, yazdıkları yazılar nedeniyle gazeteci ve yazarlar işlerinden oldular.
Kimi zaman sürgünde yaşamak zorunda bırakıldılar.
Kimi zaman da işten atıldılar.
Bütün bunlar, sansürcü devletin uygulamalarıdır.
24 Temmuz 1908’de 2. Meşrutiyetin ilan edilmesi ve 25 Temmuz 1908’de gazetelerin sansür memurlarına verilmeden yayımlanması, basın özgürlüğü için verilen mücadele ve direniş bakımından şüphesiz bir anlam ve değeri vardır. Kısmen iyileştirici hukuki düzenlemelerin yapılması da verilen mücadelelerin hukuki kazanımıdır. O kadar...
Bundan öte bir anlam yüklemek, bayram olarak değerlendirmek, kutlanacak bir gün gibi görmek, tarihsel ve güncel gerçeklikle bağdaşmamaktadır.
Örneğin, 2. Meşrutiyetin ilanından hemen sonra 6 Nisan 1909’da Serbesti gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi, sansürcü devlet güçlerinin organizasyonuyla Galata köprüsünde kurşunlanarak öldürüldü. O tarihten bu yana Türk, Ermeni ve Kürt basınından 115 gazeteci ve yazar öldürüldü.
Hasan Fehmi’den Krikor Zohrab’a, Siamanto’dan Armen Doryan’a, Mustafa Suphi’den Ethem Nejat’a, Sabahattin Ali’den Onat Kutlar’a, Uğur Mumcu’dan Recai Ünal’a, Abdi İpekçi’den Turan Dursun’a, Musa Anter’den Nazım Babaoğlu’na, Cengiz Altun’dan Ferhat Tepe’ye, Metin Göktepe’den Hrant Dink’e çok sayıda gazeteci ve yazarın katili, sansürcü devlettir.
Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu (TGDP)’nin saptamasına göre halen 76 gazeteci Türkiye cezaevlerinde tutuklu bulunmaktadır. Bu sayıyla Türkiye Cumhuriyeti devleti dünya birinciliğini sürdürüyor. Bunun sorumlusu sansürcü devlet ve AKP iktidarıdır.
Terörle Mücadele Yasası (TMY), Özel Yetkili Mahkemeler, sansürcü devletin geleneksel politikalarının güncel versiyonudur.
105 yılda kapatılan, toplatılan, imha edilen gazetelerin, dergilerin, kitapların sayısının haddi hesabı yok...
Yargılanan, işten atılan gazetecilerin haddi hesabı yok...
Taksim ayaklanması sürecinde haber peşinde koşmak için çırpınan gazetecilere yönelik polis terörü, dünya kamuoyunun zihinlerine kazındı.
Bu vesileyle Gazetecilere Özgürlük Platformu (GÖP) tarafından, sansüre karşı direnişin 105. Yıldönümünde, 24 Temmuz 2013’te İstanbul’da düzenlenecek olan "İkinci Gazetecilere Özgürlük Kongresi"ni de selamlıyoruz.
Sansürcü devletin sansürsüz yalanlarına inat, sansüre karşı, basın özgürlüğü için, düşünce ve ifade özgürlüğü için, söz, eylem ve örgütlenme özgürlüğü için birleşik mücadeleyi daha da yükseltmek gerekiyor...

6 Temmuz 2013 Cumartesi

İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Sedat Selim Ay, tescilli işkencecimdir*



İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı
Sedat Selim Ay, tescilli işkencecimdir*
Necati Abay
5 Temmuz 2013
Kanıtlarım; İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesinin kararı, AİHM’in 6 Nisan 2010 tarihli kararı ve işkence mağduru olarak yaşadıklarımdır.
Sedat Selim Ay’ı ve diğer bazı işkencecileri Türkiye’de ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’de mahkum ettirenlerden birisi de bendim.
İşkenceci Sedat Selim Ay tarafından kendisine “hakaret ve iftira” edildiği gerekçesiyle işkence haberlerini yapan ETHA’ya (Etkin Haber Ajansı) karşı açtığı davada bir kez daha işkencecilerle işkence mağdurları karşı karşıya geliyor.
İşkence seansları mahkeme salonuna taşınacak.
İlk duruşması 6 Haziran 2013’te İstanbul Çağlayan adliyesinde yapılan bu davada esasen ETHA değil, başta İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı işkenceci Sedat Selim Ay olmak üzere işkenceciler, işkencecileri azmettiren Türkiye Cumhuriyeti devleti ve AKP yargılanacak.
Ben de İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Sedat Selim Ay’ın işkence mağdurlarından birisi  olarak yaşadıklarımı anlatarak bu davaya müdahil oluyorum.
Bu davaya bizzat katılarak müdahil olmak isterdim. Yurtdışında olduğumdan bunun koşulları yok. Sedat Selim Ay ve diğer işkencecileri mahkum ettirmemle doğrudan bağlantılı olarak, 2003 yılında Atılım gazetesinde çalışırken kurulan polis komplosu ve 10 yıl süren yargılanmam sonucunda “kanıt yok ama kanaatten” 11 yıl 3 ay ceza aldım. Ve yurtdışında yaşamak zorunda bırakıldım. Artık sürgündeki bir gazeteciyim.
Hem tanıklığıma ilişkin yazdığım bu yazıyla hem de avukatım Gülizar Tuncer aracılığıyla Sedat Selim Ay’ın ETHA’ya açtığı bu davaya müdahilim.
***
21 Şubat 1997’de İstanbul’da gözaltına alındım. Vatan’daki İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldüm. Başkaca insanların bulunduğu bir salona alındım ve ayakta bekletildim.
Gözlerim bağlıydı.
Bir işkencecinin sesi çok tanıdık geliyordu. İçimden “bu Bayram Kartal olabilir” dedim. Bu arada kısa süreliğine bilinçli olarak gözbağlarım açıldı. Evet, sesinden tanıdığım işkencecim Bayram Kartal’dı. Yanındaki de Sedat Selim Ay’dı. Onun yanında ismini bilmediğim, 12 Eylül cuntası döneminde işkenceli sorguma katılan MİT görevlisi vardı ve bana “beni tanıdın mı?.. Vay, 13 yıl sonra yine elimizdesin bak” diye laf attı.
17 Eylül 1984 gözaltısı ve işkence
İşkencecim Bayram Kartal’la tanışıklığımız eskilere, 12 Eylül 1980 faşist darbesi dönemine dayanıyordu. 17 Eylül 1984 tarihinde, eşim Leyla Abay ile birlikte gözaltına alınmış, Gayrettepe’deki İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde bir ay boyunca ağır işkenceli sorgulardan geçirilmiştik. Adil Can da yeniden işkenceli sorgu için Metris Cezaevinden getirilmişti. İşkence timini Bayram Kartal sevk ve idare ediyordu. Tutuklanıp Metris Askeri Cezaevine konulduğumda işkencecim Bayram Kartal hakkında suç duyurusunda bulunmuştum. Sıkıyönetim savcılığı “Kovuşturmaya gerek olmadığı” kararını vermişti.
Sedat Selim Ay da 17 Eylül 1984 tarihinde İstanbul’da gözaltına alındığımda bana işkence yapan polislerin birisine çok benziyordu. O dönemde Bayram Kartal’ın ayak altında dolaşan, işkence timinde görevli, 20 yaşlarında, polis akademisinden yeni mezun olmuş bir tipe benziyordu bu zat-ı muhterem.
Birincisi, Sedat Selim Ay’ın işkence davasındaki dosyaya göre doğum tarihi 1964’tür. Yaş bakımından Sedat Selim Ay’la tam bir uyumluluk söz konusu.
İkincisi, Devrimci 78’liler Vakfı’nın açıkladığı 12 Eylül döneminde görevli 1650 kişilik işkenceciler listesinde Sedat Selim Ay’ın da ismi bulunuyor.
Sedat Selim Ay’ın Eylül 1984’de İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde görevli olduğunu ispatlayabilirsem, bu şahsın da 12 Eylül döneminde de işkencecim olduğunu kesin olarak kanıtlamış olacağım.
Mahkemenizden talebimdir. Sedat Selim Ay, Eylül 1984 tarihinde İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde görevli miydi?
21 Şubat 1997 gözaltısı ve işkenceye gelince...
Sedat Selim Ay ve Bayram Kartal’la göz gözeydik. Karşılıklı tepeden tırnağa birbirimizi süzdük. Bu karşılıklı bakışlar, süzmeler, işkence muharebesi öncesinin tehditkar bakışlarıydı aslında...
Gözaltında gazeteci ve yazar meslektaşlarım Asiye Zeybek Güzel (tecavüz işkencesine maruz kaldı), Sedat Şenoğlu, Bayram Namaz, Arif Çelebi, Süleyman Yeter (7 Mart 1999’da İstanbul Emniyet Müdürlüğünde Sedat Selim Ay, Bayram Kartal ekibi tarafından işkencede katledildi), Mukaddes Çelik, Sultan Seçik de bulunuyordu.
İşkence seansları
Birer birer işkence odasına alınıyorduk. Sıra bana gelmişti. İşkencecileri TİM 3 şefi başkomser Bayram Kartal ve yardımcısı komser Sedat Selim Ay bizzat işkenceye katılarak sevk ve idare ediyordu.
17 Eylül 1984’deki bir aylık gözaltı ve işkenceli sorgudan tanıdıklarından ön sorgulama yapma gereği bile duymadan beni hemen Filistin askısı olarak adlandırılan askı işkencesine aldılar. Askıdayken cinsel organım dahil vücudumun çeşitli yerlerinden elektrik verdiler. Askıdayken ayaklarımdan çekerek askının etkisini artırdılar. Askıdayken hayalarımı sıktılar. Gözaltım boyunca 3 kez ters-düz askıya alındım, bayılıncaya kadar askıda tutuldum. Üzerime tazyikli su sıkarak ayıltıyorlardı.
Sedat Selim Ay, Bayram Kartal ve diğer işkenceciler ayılma anlarımda yanıma gelerek “Necati Abay, tamam mı devam mı” sorusunu yöneltiyorlardı. Sorgumun özeti bu tek bir cümleden ibaretti.
Askıdan sonraki yarı baygın ayılma anlarımda tescilli işkencecilerim Sedat Selim Ay’ı, Bayram Kartal’ı ve diğer işkencecileri yenilgiye uğratmanın hazzını yaşıyordum. Sosyalist bir gazeteci olarak işkenceciler karşısında onurumu korumaktan ibaretti benimkisi.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin sistematik ve resmi politikası olarak tüm işkenceciler gibi Sedat Selim Ay’ın da amacı, hem hazırladıkları düzmece iddialara, senaryolara dayalı ifade tutanağını işkence altında bana imzalatmak, beni ve başkaca insanları “suçlu” durumuna düşürmek hem de insanlık onurumu ayaklar altına almaktı.
Yanı sıra lakabı “gırtlakçı Bayram”a çıkan işkenceci Bayram Kartal tarafından gırtlağım defalarca sıkıldı. Uyutmama, küfür, aşağılama, sesi sonuna kadar açık Kral FM radyosunu dinletme gibi işkencelere de maruz kaldım. Sıklıkla Yılmaz Morgul’ü dinletiyorlardı. Yılmaz Morgül’ün sesi işkence aletine dönüşmüştü.
12 Eylül faşist cuntası döneminde 7 kez, 1997’de 3 kez askıya alınmıştım, ama işkence tekniğini epeyce geliştirmişler, 1997’deki üç askının vücudumdaki tahribatı çok daha ağır oldu. Bu işkencelerin sonucunda şu anda iki kolumu kullanmada ciddi sorunlar yaşıyorum ve ağrılarım yaşamımın bir parçası oldu.
İşkence tezgahlarındayken 28 Şubat postmodern darbesi de yapılmıştı.
İşkence 14 gün sürdü ama ilk bir haftası çok yoğundu.
İki kolum da askının etkisiyle şişmişti ve ezikler vardı.
Şanslıydım, Adli Tıp’tan 3 günlük de olsa işkence gördüğüme dair rapor alabilmiştim. Genel uygulama olarak işkence raporu almak istisnai bir durumdu.
Tutuklanarak Gebze Cezaevine konuldum.
Diğer işkence mağduru arkadaşlarımla birlikte işkenceci polisler Sedat Selim Ay, Bayram Kartal, Yusuf Öz, Erdoğan Oğuz, Zülfikar Özdemir, Necip Tükenmez, Şaban Toz, Bülent Duramanoğlu ve Şahin Kaplan hakkında suç duyurusunda bulundum.
Savcılık iddianamesi hazırlandı ve işkencecilerin yargılanması İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesinde başlandı. Mahkeme Sedat Selim Ay, Bayram Kartal ve Yusuf Öz’ü 11’er ay 20’şer gün ağır hapisle cezalandırdı. Ancak sistematik devlet politikası gereği cezaları ertelendi. Yine sistematik devlet politikası gereği işkenceci polislerin davası zaman aşımına uğratıldı.
Detaylı bilgi, İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesinin 2004/304 Esas No, 2004/364 Karar No’lu Mahkeme Kararında bulunuyor.
İşkence bir insanlık suçudur, mahkumiyet kararlarının ertelenmesi, zaman aşımına uğratılması evrensel hukuk kurallarına aykırı olduğundan aslında yok hükmündedir.
AİHM’e başvurdum. AİHM, Türkiye Cumhuriyeti devletini işkence davasını titizlikle takip etmediği ve eksik soruşturma yaptığı gerekçesiyle mahkum etti.
Detaylı bilgi, AİHM’in 6 Nisan 2010 tarihli kararında bulunuyor.
Sedat Selim Ay’ı İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesinde, Türkiye Cumhuriyeti devletini de bu işkence davası nedeniyle AİHM’de mahkum ettirmiştim. Ama ben bu davada 8 ay tutuklu kalmış, sonra da beraat etmiştim. İşkencecilerin ve TC devletinin mahkum olması, benim ise beraat etmem, Sedat Selim Ay ve Bayram Kartal’ı, TC devletini çileden çıkarmıştı. 2003 yılında Atılım gazetesinde çalışırken bana kurulan polis komplosu nedeniyle açılan davanın, 10 yıllık yargılanmam sonunda aleyhime hiçbir delil olmamasına rağmen 21 Mayıs 2013 tarihinde İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesince 11 yıl 3 ay hapis cezası verilmesinde bu işkence davasının önemli bir payının bulunduğunu düşünüyorum.
Ve “adalet” yerini bulmuştu. Mahkum ettirdiğim işkencecim Sedat Selim Ay, İstanbul Emniyet Müdür Yardımcılığına terfi ettirildi. İşkence mağduru olarak ben ise sürgünde yaşamak zorunda bırakıldım. Tek başına bu atamayla bile AKP iktidarının “işkenceye sıfır tolerans” söyleminin bir palavradan ibaret olduğu görülür.
Son olarak, ETHA’ya açılan bu dava eğer beraatla sonuçlanmazsa, pek çok örnekte görüldüğü gibi bir kez daha yargı “işkencecileri koruma ve kollama” uygulamasının yeni bir örneği olarak tarihe geçecek, insanlığın belleğine silinemezcesine kazınacak...
* İşkence tanıklığıma dair bu yazı, İstanbul 48. Asliye Ceza Mahkemesi'ne sunuldu. İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Sedat Selim Ay'ın ETHA hakkında açtığı davanın ilk duruşması, 6 Haziran 2013 tarihinde İstanbul 48. Asliye Ceza Mahkemesi'nde görüldü. Duruşma 8 Ekim 2013’e ertelendi.

2 Haziran 2013 Pazar

Halklarımızın isyanı çığ gibi büyüyor...Selam olsun Türkiye halklarının isyanına


Halklarımızın isyanı çığ gibi büyüyor
Selam olsun Türkiye halklarının isyanına

Necati Abay, Almanya
2 Haziran 2013

AKP iktidarının ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin çevre düşmanı, halk düşmanı politika ve uygulamalarına karşı halklarımızın isyanı dalga dalga dalga büyüyor...
AKP iktidarının Taksim Gezi parkındaki ağaçları, halk düşmanı kentsel dönüşüm projesi çerçevesinde Alışveriş Merkezi ve kışla yapma planı için sökmesi, önce Taksim Platformu ve çevre konusundaki duyarlı insanların tepki göstermesine yol açtı. Sırrı Süreyya Önder dahil demokrasi güçlerinin, direnişçilerin bedenlerini ortaya koyarak direnmesiyle isyanın dalga dalga büyümesine yol açtı. Ve artık halkların tepkisi ağaçların sökülmesinin ötesine geçti. Doğrudan AKP iktidarının ve devletin halk düşmanı politikalarına yönelik, özgürlük ve demokrasi için kitlesel tepki ve isyana, ayaklanmaya dönüştü.
Kitlesel tepkiler, başta İstanbul olmak üzere Türkiye çapında dalga dalga halkların ayaklanması haline geldi. İstanbul Taksim Gezi Parkında tutuşturulan kıvılcım, isyan ateşi, Artvin’den Denizli’ye, İzmir’den Ankara’ya, Diyarbakır’dan Kocaeli’ne, Edirne’ye kadar Türkiye halklarının isyanına dönüştü.
1 Haziran’da yüzbinlerin Taksim Gezi Parkını kuşatmasıyla ve ardından Taksim’in AKP terörünü, polis terörünü püskürtmesiyle düştü. Taksim artık isyancıların elindeydi.
Bu gelişme kendi özgünlüğünde Türkiye’de bir ilkti. Kürt devriminin dışında Türkiye’de, Türkiye’nin batısında ilk kez bu kadar kapsamlı kitlesel direniş, kitlesel halk isyanı, halk ayaklanması yaşandı, yaşanıyor. 12 Eylül sonrasından bu yana hiç tanık olmadığımız bir tabloydu yaşananlar.
Ezilenlerin önemli bölükleri halkların isyanında saf tuttu. Türküyle, Kürdüyle; işçisiyle, emekçisiyle; ilericisi, devrimcisi, sosyalistiyle; başta Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçe taraftarları olmak üzere taraftar kitlesinin katılımıyla isyan, dalga dalga büyüdü.
Avrupa’nın ve dünyanın pek çok ülkesinden enternasyonal dayanışma sesleri de yükselmeye başladı. Yüreklerini isyancıların yüreğiyle birleştirdi. Uluslararası Af Örgütü, polis terörüne karşı acil eylem çağrısında bulundu. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü (RSF) polis terörünü protesto etti.
Ve en önemlisi Türkiye’de ilk kez halkların kardeşleşmesinin kucaklaşması yaşandı.
Bu isyan, halkların kardeşliğini daha da büyüttü.
Türk-Kürt çatışması yaratmak isteyenler, Alevi-Sünni çatışması yaratmak isteyenler, Ergenekoncular, darbeciler, halkların isyanı karşısında devre dışı kaldı. CHP de, bu halk isyanında devre dışı kaldı.
Diğer yanıyla bu isyan, emperyalist propagandistlerin onlarca yıldır pompaladığı “tarihin sonunun geldiği” gibi, halklarımızın özgürlük, demokrasi ve sosyalizme yönelik istemlerine yönelik inançsızlığı ve güvensizliği, özcesi özgürlüğe, devrime, sosyalizme olan inançsızlığa ve karşı propagandayı da tuzla buz etti.
Türkiye halklarının demokrasiye ve özgürlüğe aşkı, bu halk isyanıyla zirveye çıktı.
Tayyip’in gazları, polis terörü halklarımız isyanı karşısında etkisizleşti.
Bir diğer yanıyla başta Diyarbakır olmak binlerce Kürt ezilenleri sokaklara çıktı. Diyarbakır’da “Amed Taksim el ele, özgürleşmeye!” sloganının atılması, Türk-Kürt kardeşliğine çakılan bir selamdı. Batı illerinde de Kürt emekçilerinin isyana katılması da anlamlıydı. Ancak, BDP’nin isyancılara selamlamasına karşın, bazı BDP milletvekillerinin isyan hareketiyle ilişkilenmesine rağmen olması gerekenin gerisinde bir politik tutum aldığını da belirtmek gerekir.
Bir diğer özgün yanıyla bu isyanın öne çıkan temel politik talebi, başta başbakan olmak üzere AKP hükümetinin istifasının istenmesidir. Halkların isyanı, İstanbul valisi, İstanbul Emniyet Müdürü ve İstanbul Belediye Başkanının istifa istemlerini kısa sürede aştı. Doğrudan hükümetin istifasına odaklandı. Bir diğer politik slogan, “faşizme karşı omuz omuza” sloganıydı. Bu yazıyı yazarken isyancılar “Her yer Taksim, her yer direniş”, “kurutuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiçbirimiz”,  “AKP halka hesap verecek” sloganlarıyla inletiyordu sokakları, meydanları...
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ve AKP hükümetinin suyu ısındı. Tayyip’in süngüsü düştü. İsyancılar, “Tayyip istifa” sloganlarının yanı sıra “Tayyip sonun MÜBAREK OLSUN!” sloganlarını da sıklıkla dillendiriyor.
1 Haziran’da doruğu çıkan, muhtemelen tarihe 1 Haziran isyanı olarak geçecek olan bu halklarımızın isyanında aşağılık burjuva medyanın halk düşmanı yüzü bir kez daha açığa çıktı. Günlerdir üç maymunu oynadı. Ayaklanmacıların haykırışları medya plazaların duvarlarının içerisine giremedi. Bundandır ki, NTV önünde de kitlesel protestolar yapıldı. Taksim’deki burjuva medyanın araçları tahrip edildi.
Hayat TV, İMC TV, Etkin Haber Ajansı (ETHA), Özgür Radyo isyancıların sesi soluğu oldu. Bunu da kaydetmek gerekir. İsyanın Türkiye ve dünya çapında yaygınlaşmasında sosyal medyanın çok özel rolü oldu.
Halklarımızın isyanı halen sürüyor...
Gelişmeler pek çok şeye gebe...
Ezilen halklarımızın birleşik mücadelesini daha da büyütmek, daha da örgütlü hale getirmek, halk isyanının temel talebi olan hükümetin istifasını daha kararlıca istemek, özgürlük ve demokrasi için demokratik halk cumhuriyeti doğrultusunda mücadele göreviyle yüz yüze isyancı halklarımız ve öncüleri...
Selam olsun Türkiye ezilenlerinin isyanına, başkaldırısına...